Sepetim (0) Toplam: 0,00 TL

Alp Altınörs: SSCB sorusu Pavlov refleksine dönüştürülmüş

25.07.2019 - Gazete DUVAR

Küresel sermayenin periyodik aralıklarla tıkandığı, ekonomik lügatla söylersek, krize girdiği ve ‘çöktü/çöküyor’ laflarının iyice ayyuka çıktığı şu günlerde, siyasetçi, çevirmen ve yazar Alp Altınörs, İmkansız Sermaye ismini verdiği kitabını yayımladı. Yordam Kitap’tan çıkan kitapta Altınörs, günümüz kapitalizminin tahlilini, sosyalist deneyimleri ve bu deneyimlerin sorunlarını, sosyalizme meyleden yeni yönetimleri ve Türkiye’nin sınıfsal analizini gözler önüne seriyor. Alp Altınörs’le son kitabını konuştuk.

Çeşitli mecralarda çalışmanızı son 6 yılda tamamlayıp bitirdiğiniz yazılı. 6 sene öncesi hapishaneye giriş tarihinize denk geliyor. Devrimci mücadelenin özellikle teorik bağlamda ‘hapishanede şekillendiği’ söylenir hep. Buradan yola çıkarak, hapishaneleri çalışma alanı olarak nasıl kullandığınızı, bu konudaki fikirlerinizi öğrenmek isteriz. İşin hukuki yanı bir yana, o süreç –kitabınız haricinde- politik olarak size ne kattı?

Altı sene öncesi, Taksim-Gezi Direnişi’ne denk geliyor. Ardından Gezi tutsağı olarak bir dönem Tekirdağ mahpusunda kaldık. 2008‘de ABD‘de patlak veren küresel bunalım, bir dünya sistemi olarak kapitalizmin organik bunalımını sergiliyordu. Gezi Direnişi ise, Türkiye‘deki siyasal rejimin krizini sergiliyor, halkın özgürlük talebini ortaya koyuyordu. İşte 2013‘te Tekirdağ F Tipi‘nde, bugün İmkânsız Sermaye kitabına dönüşen çalışmayı başlatmama vesile olan gelişmeler bunlardı.

Biz devrimciler açısından hapishaneler, Hikmet Kıvılcımlı’lardan, Nazım Hikmet’lerden bugüne düşünsel üretimin alanları olmuştur. İmkânsız Sermaye de Tekirdağ ve Tokat mahpusluklarımda yaptığım yoğun okumaların siyasal çalışmalarda edindiğim deneyimlerle sentezinin ürünüdür.

Hapishanelerde politik tutsak olmak, bir umut nöbeti tutmaktır. Özgürlüğü arayanların yolu mutlaka hapislerden geçer bu ülkede. Mutlaka bir gün dört duvar arasından çıkacaksınızdır ama aradaki sürede de zihnen ve yürek bakımından özgür olmaktır esas mesele. Eğer böyle yaşayabilirseniz, hapishaneler sizden bir şey alamaz, tersine size pek çok şey kazandırır. Böyle yaşayan, hapishanelere yenilmeyen binlerce politik tutsak var, benim açımdan da böyle oldu açıkçası.

Hemen girişte, “Onların zihinlerinde sosyalizmin imkansızlığı, kaybedilmiş devrimlerden miras bir dogma olarak yer etmiş. Bu kitabın varsayımı ise tam tersidir, bu yüzden adınıİmkansız Sermaye koydum” diyorsunuz. Sizce, kapitalizm çöküyor mu?

Kapitalist üretim tarzı dağılıyor, parçalanıyor, insan yığınlarını üretim saflarında birleştirmekte giderek daha başarısız oluyor. Dev sermaye kütleleri asalak alanlarda yığılıyor. Çöp sermayeye dönüşerek mali krizlerde yok olup gidiyor. Bunun karşı kutbunda işsizlik, kronik ve kitlesel bir hal aldı. Özellikle de eğitimli, vasıflı genç işsizlik kontrolsüzce büyüyor. Milyonlarca insan üretimden kalıcı olarak kopmuş, dışlanmış, bir nevi çöp nüfusa dönüştürülmüş durumda. Kapitalizm, bizzat gezegeni imha ediyor, en büyük üretici güç olan doğayı geri dönüşsüz biçimde tahrip ediyor. Kapitalist bunalımın bağrından, savaşlar çıkıyor, faşizm, ırkçılık hortluyor. Tepedeki yüzde birlik, hatta binde birlik mikro nüfus dünyanın bütün zenginliklerini edinirken, altta kalan engin çoğunluk yoksunluk, yoksulluk ve işsizlik içinde yaşamını sürdürmekte zorlanıyor. Kapitalizmin varoluşsal (organik) bir bunalım yaşadığını tespit ediyoruz, ki bu bunalım, sadece ekonomik değil, ekolojik, siyasi, askeri, diplomatik, kültürel, sanatsal, kısacası toplumsal yaşamın ve medeniyetin bütün yüzeylerine yayılmış bir bunalımdır.

‘KAPİTALİZM KENDİ HALİNE BIRAKILIRSA İNSANLIĞI YIKIMA GÖTÜRECEKTİR’

Kapitalizmin oksijeni olan kârlar dibe doğru gittikçe, kâr oranları düştükçe, sermaye de imkansızlaşıyor. Bu bir bunalım dönemidir. Bu dönemden otomatikman daha ileri bir toplum biçimi çıkmayacaktır. Eğer kapitalizm kendi haline bırakılırsa, insanlığı barbarlığa ve yıkıma götürecektir. Eski dünya son barutunu patlatmadan asla yeni dünya önünde eğilmeyecektir. Ancak, bilinçli, iradi bir müdahaleyle işçi sınıfı liderliğinde bütün ezilenler sosyalizmi kurabilir. Peki insanlık böyle bir sosyal ve ekonomik düzende yaşamak zorunda mıdır? Neden üretimin bilinçli, planlı olarak düzenlendiği, üretimin kâr için değil, toplumsal ihtiyaçların temini için yapıldığı yeni bir düzen kurulmasın ki?

Robot teknolojisi, yapay zeka, internet, sosyal medya gibi, günümüzün üretici güçleri, kapitalizmle bağdaşmamaktadır, onun üretim ilişkilerini zorlamaktadır, ama pekala toplumsal ihtiyaçlar için üretimle, yani sosyalizmle bağdaşırlar. İmkânsız Sermaye‘de biraz da, günümüzün teknolojisi üzerinden sosyalizme bakmaya çalıştım.

Yenilmiş devrimlerin, yarattığı yenilgi ruh hali, işçilerin ve aydınların sosyalizmi bir imkan olarak düşünmesini, üzerine düşünsel üretimde bulunmasını kısıtlayan başat etken durumunda. Sosyalizm kelimesi ağzınızdan çıktığı anda, “Ama SSCB?” sorusunun gelmesi, adeta bir Pavlov refleksine dönüştürülmüş durumda. Kapitalizm ne denli tıkanmış olursa olsun, alternatif bir toplum tahayyülünü de bu biçimde tıkamış olduğu için, üstünlüğü hâlâ elde tutabiliyor. İmkânsız Sermaye, bu düşünsel kireçlenmeye cevaben bir karşı-sav ortaya koymak için yazıldı. Asıl imkansız olan kapitalizmdir ve eğer barbarlığa dönmek istemiyorsa, ezilen insanlık sosyalizm üzerine yeniden düşünmek durumundadır.

‘SINIF KARŞITLIKLARI O KADAR KESKİNLEŞTİ Kİ SOSYALİZME DAİR KİTLESEL BİR ARAYIŞ BAŞLADI’

Çalışmanızda kapitalizmi özellikle ekonomi-politik bağlamda yenilgiye hapsederken, kurtuluş için Marx’ı ve dolayısıyla Marksizm’i işaret ediyorsunuz. İşin militan ve profesyonel devrimci kısmı bir yana, özellikle kapitalist ülkelerde sol siyaset güden popüler isimleri -Ocasio-Cortez, Bernie Sanders ilk akla gelenler- bu noktada nasıl yorumluyorsunuz? Sizce Marksizm’e sahip çıkmaya mı çalışıyorlar, yoksa mevcut sistemi yeni baştan üreten figürler mi?

Jeremy Corbyn, Bernie Sanders, Alexandria Ocasio-Cortez, Omar İlhan gibi figürlerin siyaset sahnesine çıkması, sınıf etkeninin bu ülkelerde siyasete geri döndüğünü gösteriyor. Aralarında tutarlılık farkları da mevcut olmakla birlikte, bu akımı günümüzün sosyal demokrasisi olarak nitelendirebiliriz. Tony Blair “Üçüncü Yol” ideolojisiyle sosyal demokrasiyi yok etmişti, neoliberalizm içinde eritmişti. Şimdi ise, sınıf karşıtlıkları o denli keskinleşti ki, bu ülkelerde sola, sosyalizme dair kitlesel bir arayış başladı. Özellikle de kapitalizmin hiçbir gelecek vaat etmediği gençler arasında. Bu arayışın ilk, ama geçici adresinin sosyal demokrasi olduğunu görüyoruz. Bunun karşı kutbunda ise klasik merkez sağın çöküşünü ve Trump’ın, Le Pen’in, Orban’ın vd. yükselişini yaşadık. Neoliberalizm, solu o denli yutmuştu ki neoliberal siyaset düzlemine itirazlar daha ziyade ırkçı ve faşist sağdan yükselmiştir.

Ama en saf en ‘gerçek’ haliyle bile sosyal demokrasi, kapitalizmin bunalımına çare olamaz. Zira artık kapitalizm sınıf uzlaşması için kullanabileceği iktisadi yedekleri tüketmiştir. Hatta sermayenin var olan, kazanılmış hakları bile yutmaya yöneldiğini görüyoruz. Herhalde Obama’nın dahi ‘komünist’ (!) sayılması, yaptığı sağlık sigortası reformunun Trump tarafından iptal edilmesi bunun bir örneğidir. İşte Brezilya’da ılımlı sosyal demokrat Lula’ya dahi tahammül edemedi, hapse tıktı kapitalizm, yerine yarı-seçim yarı-darbe ile, faşist Bolsonaro’yu getirdi. Venezuela’da her zaman burjuva legalitesine uymaya özen göstermiş Bolivarcı hükümeti devirmek için ABD savaşla tehdit ediyor, sayısız askeri darbe girişiminde bulundu. Artık yeni bir sosyal devlet de mümkün değildir. İşçi sınıfı ve ezilenlerin talepleri kaçınılmaz olarak sosyal demokrasiyi aşacak, kapitalist bunalımın keskinliği sosyal demokrat hareketleri ve liderleri sürekli mali sermayeye ve militarizme tavizler vermeye, kitlelerin taleplerinden geri adım atmaya zorlayacaktır. Böylece aynı etkenler sosyal demokrasinin solundaki hareketlerin gelişimine alan açacaktır, özellikle de yeni tipte komünist hareketlere.

Açıkçası Jeremy Corbyn’in İngiltere’ye Başbakan olmasına ya da Sanders’ın ABD’ye başkan olmasına üzülmem, ama onlardan ekonomik bir devrim de beklemiyorum. Bu devletlerin dış politikasını birkaç milim sola çekebilseler dahi dünya halkları için ciddi bir nefeslenme anlamına gelir. Keza kimi sosyal reformlar yapabilir, tıkanan üretim sürecinin önünü kısmen açabilirler. Yapabilecekleri de sanırım bundan ibarettir.

‘BİZ VATANDAŞLARIN SADECE ASALAK MI EMEKÇİ Mİ OLDUĞUNA BAKAN BİR DEVLET HAYAL EDİYORUZ’

Çalışmanızda göç etmek zorunda kalan insanları, ‘kapitalist sistemin merkez ülkelerine giderek, dünya nimetlerinden haklarına düşeni talep ettikleri bir sınıf mücadelesi biçimidir’ diyerek tarif ediyorsunuz. Sizce, Türkiye özelinde sol, göçmenleri nasıl tanımladı? Bu hususa dair bir siyaset geliştirebildi mi?

Daha 20. yüzyılda sosyalizm deneyimleri, sosyalist toplumun çok uluslu olacağını ve kapitalizmden devralınan ulusal sınırları aşacağını, değiştireceğini göstermişti. Ulus devlet kapitalizm tarafından yaratılan bir siyasi biçimdir ve sosyalizmde insanlık tarafından aşılacaktır. Göç olgusu burjuva ulus devletleri krize sürüklerken, yeni tipte çok uluslu devlet biçimlerini zorluyorsa, buna en son itiraz edecek olan sosyalistlerdir. Üretimin ve sermayenin bu denli uluslararasılaştığı bir dünyada emek nasıl ulusal sınırlara hapsedilebilir?

Gerçi Türkiye‘de burjuva ulus devletin krizi Suriyeli göçmenlerin gelişiyle başlamadı, kökleri ta İttihat-Terakki dönemine kadar giden zorla Türkleştirme ve Türk olmayanı ya katliamlarla ya da asimilasyonla ortadan kaldırma projesinde yatar. Ama Suriyeli göçmenlerin de bu krize yeni bir derinlik kattığı bir gerçektir. Türk ırkçılarının Suriyeli göçmenlere düşmanlığının temelinde de Türk ulus devletinin bozulacağı endişesi yatar. Oysa Ortadoğu’nun, Balkanlar’ın, Kafkasya’nın bütün halklarının birleşeceği, sosyalist, federal bir devleti; vatandaşlarının milliyetine bakmayan, sadece emekçi mi asalak mı olduğuna bakan bir devleti hayal ediyoruz biz.

‘GEZİ İSYANI TÜRK TİPİ POSTMODERNİZMİN DÖNEMİNİ KESİN OLARAK KAPATTI’

Diyorsunuz ki, ‘Postmodernizm 20. yüzyılın ilk yarısından başlayarak, kapitalist toplumdan umudunu kesen ama ondan daha ileri bir toplumun da imkansız olduğunu sanan aydın karamsarlığının ideolojisi oldu.’ Bu hususu Türkiye özelinde nasıl açıklıyorsunuz? Gerek entelektüel, gerekse de sosyolojik bağlamda cevaplamanızı rica ediyoruz.

Türkiye entelijansiyasının bir kesimi, 12 Eylül yıkımının ardından postmodern tezleri benimsemeye başladı. Bu eğilim, özellikle 1991 sonrasında SSCB’nin yıkılmasıyla büyük bir hız kazandı. Sosyalizm bitmişti, büyük anlatıların devri geçmişti, o büyük anlatıların örttüğü tekilliklerin üstünü açmanın zamanıydı; bütün hapishaneydi, parçaları boğuyordu; örgütler bireyselliği yok ediyordu; sınıflar artık dünyayı açıklayan bir analiz ölçeği değildi, ve benzeri. Avrupa Birliği’nin cömert fonlarıyla beslenen ve köpürtülen bu eğilim, neredeyse tüm umudunu Avrupa Birliği sürecinde yapılacak demokratik reformlara bağlamıştı. 2002 sonrasında AB sürecini AKP sahiplenip yürütmeye başlayınca, bu kesimdeki aydınlar arasında AKP‘ye destek verme eğilimleri görülmeye başlandı. Bu eğilim, bir tür aydın çürümesi olarak olgunlaştı ve 2010 referandumunda “Yetmez! Ama evet!” kampanyasına dönüşerek intihar etti. AKP’nin devletleşmesi ile birlikte AB’ci dönüşüm hayalleri de boşa düştü. Gezi İsyanı, Türk tipi postmodernizmin dönemini kesin olarak kapattı. Aslında, felsefede Gezi Ruhu’nun başlı başına incelenmesi gereklidir.

Son dönem siyasi gelişmeleri ve figürleri binaen faşizm fenomeninin yeniden hortlamasını, sosyalizmin yenilgisinden on yıllar sonra ‘bu bir trajedi mi?‘ cümlesiyle yorumluyorsunuz. Peki, bu soruya siz nasıl yanıt veriyorsunuz?

Şöyle sormuştum kitapta: 20. yüzyılda sosyalizmin yükselişine karşı örgütlenen faşizmin, sosyalizmin yenilgisinden on yıllar sonra yeniden canlanması acaba tarihin bir trajedisi midir? Bugün, kapitalizmin kendi bunalımının, bağrından faşizmi doğurduğunu görüyoruz. Bunalım o denli derin ve kapsamlı ki, sermaye burjuva demokrasisini yutmak, kazanılmış sosyal hakları midesine indirmek, ulus devletlerin mevcut biçimini (dolayısıyla mülkiyet ilişkilerinin siyasi biçimini) göçmen akınlarına karşı savunmak, doymak bilmez kâr hırsını bunlarla biraz dindirmek istiyor. Francis Fukuyama’nın, sosyalizmin yenilgisinin ardından, tarihin ‘demokratik kapitalizmin de sona erdiği’ tezinin merceğinden bakarsak, bu tabii ki bir trajedidir. Kapitalizm ve demokrasinin ancak geçici dönemlerde bağdaşabildiğini, ağır bir bunalım karşısında sermayenin ilk olarak burjuva demokrasisini yok etmeye yöneldiğini görüyoruz. Faşizmin ve otoriter rejimlerin küresel yükselişi, barbarlığa dönüşün bir emaresidir. Ama bu ne bir kaderdir, ne de geri dönüşsüz bir süreçtir. Demokrasi ve özgürlük için mücadele edenler her zaman, her ülkede olacaktır. Kimi ülkelerde faşizmin gelişi durdurulabilir, yenilgiye uğratılabilir, kimilerinde ise faşist iktidarlar yıkılabilir. Ancak nihai çözüm, kapitalizmin devrilmesidir. Çünkü kapitalizm her zaman bağrından savaşı ve faşizmi doğuracaktır.

Çalışmanızın genelinde kapitalizmin çökeceğini ve sosyalizmin er ya da geç inşa edileceğini söylüyorsunuz. Ancak ‘Piyasa Köktenciliğinin İflası’ başlıklı bölümde, ‘Bugün ne kapitalist pazarı fiziken daraltan ve emperyalistleri siyaseten zorlayan bir sosyalist blok var, ne de kapitalizmin buhranlarının ihraç edilebileceği köylü uluslar’ cümlesini kuruyorsunuz. Bugün, küresel ve yerel bazda sosyalistler/komünistler/devrimciler ne yapmalı?

Andığınız cümle, kapitalist bunalımın derinliğini ve bu bunalımın sebeplerinin kapitalist sistemde yattığını ortaya koyuyor. Dışarıdan sıkıştıran bir etken olmadığı halde, kapitalizm tarihinin en derin bunalımlarından birisini yaşıyor. 2008‘de patlak veren bunalım, on bir yıldır bir Uzun Durgunluk biçiminde devam ediyor.

Kapitalizmin tükenişinin ve iflasının, bizzat kapitalistlerce bu denli yüksek sesle itiraf edildiği başka bir dönem yaşanmamıştır. Buna karşın, kapitalizmi aşan yeni bir toplum tahayyülünün hala bu denli kısır ve cılız kalması çarpıcıdır. İmkânsız Sermaye bunu dert edinen bir kitaptır. Bu anlamda sosyalizm tahayyülünü güçlendirmeyi amaçlayan mütevazı bir katkıdır. Herhalde önce işe, Soğuk Savaş dönemi hurafelerinin ve önyargılarının, sosyalist solun zihinlerinden süpürülüp atılmasıyla başlamak gerekir. Temel mesele, işçi sınıfının yeniden siyasal bir sınıf haline getirilmesi, örgütlenerek siyasete ağırlığını koyması, bütün ezilenleri kendi önderliği altında birleştirmesi ve kapitalizme son vermesidir.

Bundan yirmi yıl sonra politik bilinç kazanmaya çalışan genç insanlar çalışmanızı okuyunca ne düşünecek? Sizce kitabınız güncelliğini koruyacak mı?

Umarım 20 yıl sonra sosyalist bir dünyada oluruz ve kitabım o anlamda artık ‘güncelliğini korumuyor’ olur. Aksi halde, başta iklim felaketleri, savaşlar, salgın hastalıklar, IŞİD-vari çete yapılanmaları insanlığı yeni bir Ortaçağ’a geri götürmüş olabilecektir.



Kapat