Sepetim (0) Toplam: 0,00 TL

Bir Kitabın Anımsattıkları

Ümit ŞENESEN

Fatih Yaşlı’nın geçen haftalardaYordam Kitap’tan çıkan Antikomünizm, Ülkücü Hareket, Türkeş: Türkiye ve Soğuk Savaş adlı kitabı bende bazı anıların canlanmasına yol açtı. Kitabı okurken, çocukluğumdan, ilk gençliğimden sayfaları da çevirmiş gibi oldum.

Giriş bölümünden sonra 1940’lardan başlayıp her on yıla bir bölüm ayırankitabın Sonuç bölümünden önceki 5. bölümü 1980’lerle 1990’ları bir arada ele almış. 150 dolayında eserden oluşan hayli zengin bir kaynakçadanyararlanan,yerinde yorumlarla desteklenmiş gayet akıcı bir derleme niteliğinde olan bu kitap, geçmişi anlatırken bugünlere de ışık tutmaktan geri kalmıyor. İçindekiler, Kaynakça ve Dizin ile birlikte 416 sayfa.

Her ne kadar Alparslan Türkeş 25 Kasım 1917’de (Ekim Devrimi ile aynı gün) dünyaya gelmişse de asıl öykü 1944’te Nihal Atsız’ın yönettiği Orhun (nedense ben Orkun diye hatırlıyorum) dergisinde Başbakana yazdığı iki açık mektupta (s. 24) “Maarif Vekili Hasan Âli Yücel’in komünistleri kollayıp kayırdığını iddia” etmesiyle başlıyor. [Ben de ilkokul günlerime dönüyor, 1950’lerin ilk yıllarında benden 20 yaş kadar büyük bir yakınımın evinde, iple bağlı bir tomar Orkun dergisi buluyorum. Alt başlıkta “Bütün Türkler Bir Ordu, Katılmayan Kaçaktır” yazıyor; yanda da başı ay yıldızla çevrelenmiş uluyan bir kurt. En çok aklımda kalan N. Atsız’ın Türk düşmanlarını sayıp döktüğü yazı. O güne kadar öğrendiğim bütün ulusların adı eksiksiz geçiyor.]

  1. Dünya Savaşı’nın sonlarında “Nazilerin yenilgisi kesinleşince” ülkedeki yandaşlarına karşı hükümetin tavrı da değişir. Yargılananlar arasında, Atsız’la mektuplaştığı anlaşılan Üsteğmen Türkeş de vardır. 1945’te hapis cezası alır, araya giren Askeri Yargıtay “‘Mahkeme tarafsızlığını yitirmiştir,’ diyerek davanın 2 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesinde görüşülmesi kararını verir,” (s. 29). Dava 1947’de sonuçlanınca bütün sanıklar beraat eder.[Ben 27 Mayıs sonrası Bursa’daki lise dönemime dönerim. Ahmet Vefik Paşa Tiyatrosu’nda düzenlenen, Türkeş’in de katıldığı bir törende Tevfik Fikret’in gençliğe seslendiği “Ferda” (Yarın) şiirini okumakla görevliyim. Tarih öğretmenimiz Rüknettin Akbulut “Türkeş’in 1944’te tabutlukta kaldığı, işkence gördüğü, tırnaklarının söküldüğüsöylenir, oysa baksanıza tırnakları sapasağlam,” diye fısıldar.]

Tan Matbaası olayı anlatılırken “Kalabalıktan bir bölüm, … Necip Fazıl lehinde tezahüratta bulunur. Baskın bir CHP tertibi olmasına rağmen, … Necip Fazıl’a yönelik bu teveccüh, o yıllarda siyasi yelpazenin farklı kanatlarında olanların antikomünizm müştereğinde nasıl birleştiklerine dair önemli bir gösterge” olarak anılır (s. 49). [Sizin burada aklınız karışmıyor mu? Ne yani bu baskına katıldığı söylenen İbrahim Kahraman gibi kimseler CHP’ye mi hizmet ediyormuş!]

Aynı günlerde çok sayıda öğrenci derneğinin katılımıyla düzenlenen bir toplantıda “İstanbul milletvekili Cihat Baban, Bu dava bir beka davasıdır,”der (s. 55).Kitapta hemen her bölümde en az bir “beka” sözcüğü geçer. En ilginci şudur: “Muharrem Ergin’in 1 Ekim 1974’ten itibaren yazdıkları hem Aydınlar Ocağı’nın Milliyetçi Cephe hükümetinin kurulmasını nasıl bir beka meselesi olarak gördüğünü hem de MHP’nin bu cephe için nasıl bir basınç yaratmaya çalıştığını anlamamız açısından önemlidir” (s. 274). [Ben gerilere değil, bugüne döner, bu sözcüğün Mart 2019 seçim kampanyalarında hâlâ köpürtülmesine şaşırmam. Ama bu kez bekamıza kastedenler değişmiştir.] “Önce 12 Eylül darbesiyle solun tasfiye edilmesi, sonra da Sovyetler Birliği’nin dağılması, varoluş nedeni antikomünizm olan Ülkücü Hareket’i düşmansız bırakmıştır. Ancak MHP’ye yeniden hayat verecek …yeni bir olgu söz konusudur: Kürt sorunu.” (s. 392).

Yeri gelmişken kimi terimlerin kitapta yer alma sayılarının da ilginç olduğunu belirteyim. Sözgelimi en sık kullanılan terimler, (“anti-”önekiyle birlikte)“komünizm” (397 kez) ile “komünist”tir (346 kez). Kitabın konusu ülkücü hareket olduğu halde “ülkücü” ile “ülkücülük” toplam 343 kez geçmektedir. Ayrıca “öldürme” ya da “öldürülme” sözcükleri toplam 71, katil sözcüğü 18 kez kullanılmıştır. Bu olayların failleri, büyük çoğunlukla cezasız kalmıştır. Davalara ilişkin yargı kararlarından söz edilirken beraat sözcüğünün 14 kez geçmiş olması,yargının o günkü durumunu bugünle karşılaştırmak bakımından okura ilgi çekici gelebilir.

“15 Ekim 1961 seçimlerinden sonra kurulan CHP-AP koalisyonunda henüz 36 yaşındayken Çalışma Bakanlığı görevi Ecevit’e verildi ve Ecevit 1961-1965 yılları arasında kurulan üç koalisyon hükümetinde de aynı görevi sürdürdü. … (Y)apılan yasa değişiklikleriyle işçilere sendika kurma, grev ve toplu sözleşme hakkı tanındı.” (s. 255-256).[Artık İstanbul’da öğrenciyim. İş Hukuku dersinde hocamız Muammer Vassaf Tolga, görevli olduğu komisyonda “çok çabaladığımız halde sendika başkanlarının görev sürelerine sınırlama getirmeyi başaramadık. İleride bu sendika ağalarının doğmasına yol açabilir,” diye yakınıyordu. Ne dersiniz haklı çıktı mı çıkmadı mı?]

Biraz daha yakın tarihlere gelelim.“Birinci Milliyetçi Cephe hükümeti, 28 Mart 1975’te AP, MSP, CGP ve MHP tarafından kuruldu. Hükümette AP 15, MSP 8, CGP 4ve Meclis’te sadece 3 milletvekili olmasına rağmen MHP 2 bakanlıkaldı, Alparslan Türkeş de başbakan yardımcısı oldu” (s. 274). [MHP’nin son yıllardaki davranışları da eski alışkanlıkların devamı anlaşılan.]

“Döviz açığının ve ihtiyacının zirveye ulaşması, … IMF’yle acilen bir anlaşma imzalanması ihtiyacı ve buna mukabil IMF’nin seçime kadar Türkiye’ye yeni kredi vermeyeceğini açıklaması, sermaye çevrelerinin yoğun baskısı … nedeniyle … TBMM seçimlerin (erkene alınıp) 5 Haziran 1977’de yapılmasını kararlaştırdı” (s. 288). [Anlaşılan seçimleri erkene almak, darda kalan bütün iktidarların hepbaşvurduğu bir yoldur. Ama o yıllarda “bu döviz bunalımı dış mihrakların eseridir,” diyen siyasetçiye rastlanmıyor.]

“1 Mayıs 1977 günü, yani seçimlere yaklaşık bir ay gibi bir süre kalmışken, İstanbul’da, Taksim Meydanı’nda toplanan kitlenin üzerine civar çatılardan ateş açıldı ve yaşanan panikte 36 kişi hayatını kaybederken 200’den fazla kişi de yaralandı. Ecevit katliamın ardından yaptığı açıklamada kontrgerillayı işaret etti” (s. 299). DİSK ise “katliamı yapan güçlerle MHP ve Türkeş arasında bir bağlantı olduğu” kanısındaydı (s.292).[1975’te kurulan TÜMAS (Tüm Asistanlar) derneğinin üyesiydim. Başta DİSK olmak üzere birçok sivil toplum kuruluşu 1977 yılının 1 Mayıs kutlamalarını ortak toplantılarladüzenliyordu. Bizim derneğin pankartlarınıGüzel Sanatlar ve Tatbiki Güzel Sanatlar Fakülte ve Yüksek Okullarında görevli asistan arkadaşlarımız hazırladı. 1 Mayıs sabahı Barbaros Bulvarı’ndan yürüyüşegeçip Beşiktaş, Dolmabahçe, Gümüşsuyu yoluyla Taksim’e çıktık. O zamanlar genç bir gazeteci olan Osman Saffet Arolat’ın bir noktada durmuş önünden geçen yürüyüş kolundakileri saymaya, böylece kutlamaya katılan kişi sayısını yaklaşık bulmaya çalıştığını unutamam. Bugün her yeri betona kesmiş meydanın ortalarında bize ayrılan çimenlik bölgeye girdik. Her yer hınca hınç doluydu. DİSK görevlilerinin ellerindeki bayrak sopaları alışılmıştan daha kalındı. Bunun olası bir saldırıya karşı koymayıamaçladığı anlaşılıyordu. Toplantının sonuna doğru birden kıyamet koptu. Herkes bir yana dağıldı. Ortalık biraz yatışınca toparlandık, arkadaşlardan bulabildiğimize diğerlerini sorduk. Henüz cep telefonu bilinmediğinden, haber alınamayanları ev telefonlarından aradık. TÜMAS’tankimsenin ölü ve yararlı olmadığınınanlaşılması bize pek küçük bir teselli oldu.]

12 Eylül öncesi dönemde adları burada sayılamayacak kadar çok cinayet işlendi. Öldürülenlerden biri de “İstanbul Üniversitesi öğretim üyelerinden Cavit Orhan Tütengil”di. Evinden çıkıp üniversiteye gitmek için otobüs durağına yürürken “4 ayrı tabancadan çıkan 12 kurşunla yaşamını yitirdi. … Katillerden Recep Öztürk çok geçmeden yakalandı, ancak kısa süre içinde serbest bırakıldı ve yurtdışına kaçtı. … Yıllar sonra bir savcı Tütengil’in eşine, ‘Eşinizin ülkücülerin silahlarından çıkan kurşunlarla öldürüldüğü anlaşılmıştır,’ şeklinde bir itirafta bulunacaktı” (343). [7 Aralık 1979’da Boğaziçi Üniversitesi’nde doçentlik yabancı dil sınavına girmiştim. Öğleye doğru sınavdan çıkınca daha yerleşkeden ayrılmadan karşılaştığım bir arkadaşımdan Tütengil’in öldürüldüğü haberini aldım. Vurulduğu yer Boğaziçi Üniversitesi’nden pek de uzakta değildi.Bugün Tütengil’in bir resmi İFMC (İktisat Fakültesi Mezunlar Cemiyeti) toplantı salonunun duvarında asılıdır.]

“Peki Türkeş’in ve Ülkücü Hareket’in misyonuna,Türkiye tarihi içerisindeki rolüne dair neler söylenebilir? Bu misyonve rol günümüz Türkiye’sine ne devretmiş, günümüz Türkiye’sininşekillenmesine nasıl bir etkide bulunmuştur?” (s. 401.) Bu soruların yanıtları kitabın Sonuç bölümünü oluşturmaktadır. “Elbetteki Ülkücü Hareket hiçbir zaman siyasal İslamcı olmamıştır ama ‘Türkçü faşizm’den‘Türk-İslam sentezi’ne ve oradan da ‘Türk-İslamÜlküsü’ne uzanan yolun Soğuk Savaş’la bağlantısı açıktır. …Türkeş daha 1948’de, yani Soğuk Savaş’ın başında ABD’ye gitmişve burada “gerilla harbi” eğitimi almıştır. 1950’li yıllarda NATO’dagörev yapmış, siyasete atıldıktan sonra CIA’in Ortadoğu’daki enönemli adamlarından biri olan Ruzi Nazar’la yakın arkadaşlığınıdevam ettirmiş, Enver Altaylı üzerinden Soğuk Savaş’ın merkezülkelerinden Batı Almanya’nın istihbarat örgütleriyle sıkı ilişkilerkurmuştur. Ülkücü Hareket’in iç savaş stratejisi bağlamında tertiplediğisiyasal cinayet ve katliamların Gladio bağlantılı olduğu açıktır.Kullanılan silahlar ve bombaların NATO menşeli olduğu, bunlarınÖzel Harp Dairesi’nden temin edildiği, Türkeş’in Özel Harp Dairesiile bağlantıları, Özel Harp Dairesi’nin ise Pentagon ve CIA ile iç içegeçmiş bir ilişkiler ağına sahip olduğu bilinmektedir. …Ülkücü Hareket emperyalizmin ve Soğuk Savaş’ın ürünüdür, ülkücülük bir soğuk savaş ideolojisidir” (s. 403).



Kapat