Sepetim (0) Toplam: 0,00 TL

Proletaryanın Büyülü Kutusu

Pınar Şenel

Bu yazının kısaltılmış bir versiyonu 13 Ağustos 2021 tarihli BirGün Kitap'ta yayınlanmıştır.

Daha önce duymadığımız müthiş bir şarkıyla karşılaştığımızda izini takip edip sormak isteriz: Bu çalan şarkı ne, diye. Anlatacağımız öykü, buna çok benzeyen bir siyaset öyküsü, bu ülkede geçen.       

Radyonun, mekânın baş köşesinde olduğu yıllara gidelim. Okuryazarlık oranı düşük. O nedenle başlıca haber ve bilgi kaynağı “kağıtsız gazete” olan radyo, ki o da devlet radyosu. Arkası Yarın ve Ajans (Haberler) saatinde radyo alıcısı, aileler için bir buluşma noktası. Takvimlerin 1961’i gösterdiği yıl, Türkiye’de Anayasa Referandumu var. Radyoda 15’er dakika yapılacak propaganda konuşmaları saatinde ilk defa Türkiye İşçi Partisi de yer alıyor. Yakın gelecekte siyaset denizini çalkalayacak olan TİP’in, o zamana kadar devletin mülkü gibi görülen ve taraflı yayınlarla öyle de kullanılan radyodan halka seslenecek olması, bir ilk. Parti kurucularından Sina Pamukçu ve Kemal Türkler bu milâda imzasını atan ilk iki konuşmacı.

            “Kardeşim, gel hele bir ben dinle…”

Tarih 1963’e geldiğinde bu kez yerel seçimler var. Köy buluşmaları, kahvehane toplantıları, belediye hoparlörlerinden seslenişler… ama en etkilisi, radyo konuşmaları! Kasım ayında bir gün, Trabzon’un Meydan semtinden parka doğru yürüyen bir genç, çarşıdaki dükkanların birinden yükselen sesle irkilir. “İşçim, köylüm, esnafım, dar gelirli kardeşim” seslenişi radyodan duymaya alışkın olunan bir şey değil. “Genç kardeşim, gel beni dinle. Sana Türkiye’de dönen dolapların iç yüzünü anlatayım” dendiğini duyduğunda, doğrudan kendisine seslenilmiş gibi hissedip dikkatle dinlemeye başlar. Türkiye İşçi Partisi adına seslenen Av. Orhan Arsal’ın bu etkileyici konuşmasından tek etkilenen, Trabzon’un genç yerel gazetecisi Atilla Aşut değildir. Sonradan Cüneyt Gökçer de “ben bile ancak bu kadar güzel okuyabilirdim” diyecektir. Yaşadığı deneyimin ardından Atilla Aşut, Trabzon’da Türkiye İşçi Partisi’ni arar; ama yoktur. Kalkıp İstanbul’a gider partiyi bulmak için. Gittiği gün Mehmet Ali Aybar’la tanışır genel merkezde. Sonrası… Trabzon’da TİP yoksa, onu bu gençten başka kim kuracaktır orada.   

1961’de on iki sendikacı tarafından kurulan Türkiye İşçi Partisi, 1969’a kadar beş seçim ve bir referandum vesilesiyle, 43 konuşmacıyla 77 kez radyodan halka seslendi. En muhafazakâr evlerde bile dikkat ve ciddiyetle dinlendi. Devlet rahatsız oldu; seçimlerde hazine yardımı verilmedi, komünizm propagandası yapıldığı iddiasıyla parti kapatılmak istendi. Köy ve şehir ağaları rahatsız oldu; TİP’liler linç girişimine varan şiddete maruz kaldılar. Ama “namussuzlar kadar cesur olabilen namuslu insanlar” direndiler ve partilerine toplumsal meşruiyet kazandırdılar. 1965 genel seçimlerinde TİP’in Meclis’e 15 milletvekili göndermesi, siyasi hayatımızda tarih yazan bir başarı olarak kaydedildi.  

Toprak Reformu

1960’ta nüfusun yüzde 68’i köylerde yaşıyordu. 15 yaş üzeri nüfusun yüzde 75’i tarım, ormancılık ve balıkçılıkta çalışıyordu. Bu tabloda, TİP’in seçim bildirilerinde ve radyo konuşmalarında toprak reformu ilk sırada geliyordu. Krediye asıl ihtiyacı olan köylüye küçük miktarlar veren devletin toprak ağalarına nasıl büyük krediler yağdırdığını; ürünü daha tarladayken çiftçiden yarı fiyatına satın alan tefecilerin köylüyü nasıl borçlandırdığını anlattılar. Mücadelenin sert dili ve sınıfsal çelişkiler üzerine kurulu söylemleri nedeniyle büyük tepkiyle karşılandılar. Oysa 1960 Anayasası da, 37.maddesiyle, toprak reformunu öngörüyordu.

“(…) Toprak reformu demek, sömürücü toprak ağalığı mülkiyetinin sınırlandırılması ve kamulaştırılan toprakların üzerinde fiilen çalışan topraksız ya da az topraklı çiftçiye dağıtılması demektir. (…) Senin toprak isteğinden kuşkulanan ağalar bu toprak reformunun karşısına tarım reformuyla çıkıyorlar. Bugüne kadar olduğu gibi devlet, ağalara kredi versin, traktör versin, topraklarını sulasın, gübre ve tohum versin, ürünlerini yüksek fiyata satın alsın… Yani ağalar devlet eliyle daha da zenginleşsinler. Bunlar tarım reformuyla sana her türlü vaatte bulunuyorlar. Fakat vermekten dikkatle, titizlikle kaçındıkları bir şey var, o da toprak. (…)” TİP adına, Tarık Ziya Ekinci, 9.11.1963, Ankara Radyosu.

Donmuş toprakta tarım yapmak

Türkiye İşçi Partisi için mücadele, bir bakıma II. Kurtuluş Savaşı’ydı. “Cephede ve seçimde “vatandaş”, bunun dışında “taş” olanlar; şehit atalarımızın kanıyla kazanılan topraklarda yalınayak, başıkabak dolaşanlar, bu sefer kanla, ateşle değil, bir tek oy ile katılacaktır bu savaşa”:  

“(…) Dev sülükler tarafından emekçilerimiz sömürülüyor. Avrupalı, Amerikalı şirketlerle bu dev sülükler ortak olmuşlar, bizi “sağ bire sağ” ediyorlar. Bu yüzden memleket batıyormuş, varsın batsın, onlara ne! Onların İsviçre bankalarında paraları var. Onların ecnebi diyarlarında köşkleri, sarayları var. Onların bu memlekete yaptıkları kötülük, yaptıkları zulüm anlatmakla biter mi ki? Yurdumuz bunların sayesinde bağımsızlığını yitirdi. Koca Türk Milletini yarı esir durumuna düşürdüler. Petrolümüzü yabancılara, onlarla ortak olup peşkeş çektiler. Madenlerimizi peşkeş çekiyorlar. Yeraltı, yerüstü servetlerimizi nasıl sömürüyorlar, tarifsiz. (…)” Yaşar Kemal, 26.9.1965

Tarihi tekerrür ettiren, bellek kaybı değil yalnızca. Fransız sosyolog Pierre Bourdieu’nun habitus kavramıyla çok geniş ele aldığı yatkınlıklar, öğrenmeden bilinenler ve katı bilinç engelleri de aynı zamanda. TİP’in mücadelesi, Behice Boran’ın deyimiyle “donmuş toprakta tarım yapmaya çalışmak”tı. Bu çaba, uzun sürecekti:

“(…) götürdünüz de o reylerinizi zenginlere verdiniz. Hem de zengin partilerinin en azgınına teslim ettiniz hükûmeti. Teslim ettiniz de başınız göğe erdi. Alın işte, alın işte… Size mübarek olsun. Çiçek edip de başınıza sokun!”  Yaşar Kemal, 31.5.1966

Umut rüzgârı

Devlet radyosundan yükselen proleter söylemiyle heyecanlanan bir başka isim, Korkut Boratav, Yaşar Kemal ile Şekibe Çelenk’in konuşmaları hakkında “Türkiye’nin karanlık yılları artık son buluyor iyimserliğine savrulmuştum.” diye yazacaktı daha sonra. Halit Çelenk’in “Telefonumuz sabaha kadar susmak bilmedi.” diyeceği konuşmasında Şekibe Çelenk, Plan’dan bahsetmişti. Devlet Planlama Teşkilatı’nın Kalkınma Planından. “Türküleri, ağıtları banka reklamlarında kullanılan” halka, Planlı Devletçilik şemsiyesini anlatmıştı.

“(…) Planın uygulanması için ne vergi reformu ne toprak reformu yapıldı ne de iddia edilmesine rağmen İktisadi Devlet Teşekkülleri yeniden düzenlendi. İktidar vergi reformundan şunu anlıyor: Benzine, ithal maddelerine, sigara ve kibrite zam; yoksul yurttaşa fedakârlık üzerine fedakârlık! Gene de gerekli geliri toplayamıyor. (…) Yüzde 7 hızla kalkınmak için 1963’te yüzde 17 yatırım yapmak gerekiyordu. Bu yapılmadı. Hükûmet bu yatırımı yapmak için çıkarcı zümrelere kıyacağına sana kıyıyor. (…)” Şekibe Çelenk, 6.11.1963

Hamdoş

TİP adına seçim konuşmaları yapanlar içinde, Türkiye tarihinde ilk defa, bir halk ozanı, bir imam, bir muhtar, bir azap da vardır. Din bezirgânlığı yapan partilerden kendilerini kesin olarak ayırmak istedikleri için TİP’liler dinin siyasete nasıl alet edildiğini anlatmaktan kaçınırlar ama partide imamlar da vardır ve onlardan biri radyoda söz alır:   

“Size bir din adamı olarak soruyorum kardeşlerim; tefecilikle fukara köylüyü soymak mı Müslümanlıktır? Yoksa yanındaki işçiyi karın tokluğuna çalıştırmak mı Müslümanlıktır? Türk halkını Sünni-Alevi diye ayırıp birbirine düşürmek mi Müslümanlıktır? (…) İmamlar, değerli din görevlisi kardeşlerim. Politika cambazlarının keyfi için İslam dinini onların oyuncağı haline getirmeyin. Cami kürsülerini bir avuç çıkarcı zümrenin, iç ve dış sömürücülerin övgü yeri durumuna düşürmeyin.“ Naci Eren, 26.5.1968

12 yaşında azap verildiğinde boyu sabana bile yetişmeyen Antepli Hamdoş’un (Hamdi Doğan) radyodan halka hitap etmesi ise büyük bir olay olur, ülke günlerce bunu konuşur. “Onlar diyorlar ki “beş parmağın beşi bir değil… Allah sizi ırgat, bizi ağa yaratmış”. Soralım kendilerine, acaba kendileri analarından libasla mı doğdular?” diyen Hamdoş, Can Yücel’in ve Yaşar Kemal’in kendi konuşmalarında anlattıkları insanlara benzeyen bir insan manzarasıydı. Onun farkı, kendi hikayesini kendinin anlatması ve TİP’e gönülden bağlı olmasıydı. Önce Balıkesir belediye hoparlöründen yaptığı konuşmasıyla dinleyenleri hop oturup hop kaldıran Hamdoş’un, memlekette günlerce konuşulan, gazetelere manşet attıran 28.9.1965 tarihli radyo konuşması, artık okunabilir, hatta dinlenebilir. Çünkü,

60 yıl sonra, bu tarihî radyo konuşmaları gün yüzüne çıktı. Atilla Aşut ve Gökhan Atılgan, Yordam Kitap’ın desteğiyle, radyo konuşmalarına seçim bildirgeleri ve tanıklıkları da ekleyerek arşiv değeri büyük; içeriği heyecan verici bir kitap sundular: Proletaryanın Büyülü Kutusu.

Devlet radyosundan Türkiye İşçi Partisi adına emekçi halka seslenen üç kadına; Şekibe Çelenk’e, Nazife Cemgil’e ve Behice Boran’a adanan kitabın Nağmeler bölümü bir radyo programının açılış sinyali gibi ve kitabın sürprizi. Sesler bölümü, radyo konuşmaları metinlerinden oluşuyor ve bazıları karekodlar aracılığıyla orijinal kayıtlarıyla internet üzerinden dinlenebiliyor. Sözler, konuşmalarla bütünlenen seçim bildirgelerini bir araya getiriyor. Yüzler kapanış jeneriği gibi, konuşmacıları tanıtıyor. Ekler’in son bölümü, yazarların karşılıklı söyleşisi. Atilla Aşut, kimi hüzünlü kimi gülümseten ilginç yaşantılarıyla Gökhan Atılgan’a kendi TİP hikayesini anlatıyor. Prof. Dr. Gökhan Atılgan’ın tarihsel arka plan ve olan şeyin anlamı üzerine kaleme aldığı ayrıntılı giriş makalesi kitap içinde kitap niteliğinde.

  “Türkiye proletaryasının temsilcileri mikrofonlarının başına oturana kadar devlet radyosu Faruk Nafiz Çamlıbel ve Behçet Kemal Çağlar’ın Onuncu Yıl Marşı’ndaki dizesiyle “sınıfsız ve kaynaşmış bir kitle” olarak Türk milletini ve Türk kimliğini oluşturmaya yarayan bir araçtı daha çok. Ama devlet radyosu, TİP sözcülerinin sesiyle milletin homojen olmadığını, kaynaşmış bulunmadığını, patronlar ve işçiler, ağalar ve marabalar halinde sınıflara ayrıldığını halka anlatan bir araç haline de geldi aynı zamanda.“ (kitaptan) 

Türkiye solunda eksikliğini hissettiğimiz şeyler, proletaryanın büyülü kutusunda kalmış meğer, diye düşünesi geliyor insanın kitabı okuyunca. Kitleleri sağırlaştıran kakofoniden kendini ayırıp “bu çalan şarkı ne” merakı gibi bizi peşine düşürecek sarsıcı bir seslenişe bugün dünden daha çok ihtiyacımız var.



Kapat